Nazım Hikmet Ülkeyi Nasıl Terk Etti?

İki adam, küçücük bir motoryatı üzerinde dingin denizin üzerinde gitmektedirler. Yüzlerinde hem geride bırakılanlar hem de önlerinde olanlardan doğan bir endişe vardır. Küçük tekne; Boğaz’dan çıkmak üzeredir.

Teknenin üzerindeki adamın aklında iki seçenek vardır; ya doğrudan Bulgaristan’a gitmek ya da Plehanov gemisini durdurup içeridekiler kendisini tanırsa o gemiyle birlikte Romanya’ya gitmektir.

Gemiyi durdururlar.

Gemi işçileri güverteye çıkıp bu küçük teknenin üzerindeki adamlara “kimsiniz”diye bağırır. İçlerinden biri cevap verir. “Ben..” der.

“Nazım Hikmet!”

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu

ve on dördümden beri şairlik ederim

“Ameriken emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet..”

Amerikan Başkanı Henry Truman 1947 yılında Amerikan parlamentosunda açıkladığı yeni dış siyaset modeliyle dünyada ciddi bir güç merkezi haline gelen ve diğer ülkelerde de kimi gruplar tarafından desteklenen Sovyetler Birliği’ne karşı tüm dünyada bir mücadele başlatıyordu. Daha sonra Marshall Planı ile daha da pekiştirilen Truman Doktrini; özellikle Avrupa’da; Sovyetler Birliği’nin çekim alanına girmesi muhtemel ülkelere geniş krediler vererek Amerika’nın yanına çekmeyi amaçlıyordu.

Türkiye de 1947 yılında ve sonrasında hem Truman Doktrini’nden hem Marshall Planı’ndan çok ciddi yardım ve krediler aldı. Ancak, elbette ki bu kredileri Amerika karşılıksız vermiyordu. Verilen krediler karşılığında krediyi alan ülke dış politikada Amerika’ya yakın uluslar arası kuruluşlara girip bu kuruluşların anlaşmalarına imza atmak zorundaydı. Aynı zamanda krediyi alan ülke; ülke içindeki Amerikan karşıtı ve/veya Komünizm yanlısı kişi ve grupları takibata alıp tevkif edecekti.

Bu anlaşmalarla birlikte; Türkiye’de konumu ve durumları zaten haliyle zor olan Komünistler daha da zor duruma düşecekti. Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin arası; Türkiye’deki Komünistlerin tevkifi –örneğin Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi komünistler; 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklanmıştı, suçları Komünistlikti- ve Stalin’in Boğazlar için birkaç kez nota göndermesi ve Kars-Ardahan illlerini istemesi nedeniyle bir hayli bozuktu.

Nazım Hikmet için Türkiye-ABD yakınlaşmasının başladığı yıllardan öncesi de bir hayli zordu. Hikmet; Bolu’ya öğretmen olarak atandıktan sonra Batum üzerinden Moskova’ya gitmiş ve orada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde eğitim aldıktan sonra Türkiye’de dönerek Aydınlık dergisinde çalışmaya başlamıştı. Bu dergideki yazı ve şiirleri nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve 15 yıl hapsi istenmişti. Bunun üzerine Sovyetler Birliği’ne geri dönen Hikmet; 1928 yılında çıkarılan afla birlikte “memlekete” geri döndü.

Geri döndüğünde Resimli Ay dergisinde ve İpekçi Film Stüdyo’sunda çalışmaya başlamıştı. Takma isimlerle çeşitli dergilerde yazı ve şiirler yazmaya devam ediyordu. Aynı zamanda Piraye ile evlenmiş ve Piraye’nin diğer evliliklerinden olan üç çocuğuna da babalık ediyordu.

Ancak 17 Ocak 1938 tarihinde hayatı yeniden değişti.

Bu tarihte Nazım Hikmet’in çalıştığı İpekçi Film Stüdyo’sunu basan polisler orada bulamadıkları Nazım Hikmet’i evinde yakalayıp gözaltına aldılar. Ne suç işlediğin bile bilmeyen Nazım Hikmet haksız yere uzun süre tutuklu kaldı.

Ardından, “Harp Okulu Komutanlığı Davası” olarak bilinen davada yargılandığını öğrendi. İddiaya göre Nazım Hikmet başlarında Ömer Deniz isimli bir subayın bulunduğu sosyalist bir cuntaya önderlik ediyordu. Bu cunta ise “darbe” yapacaktı!

İddianamenin dayanakları oldukça çürüktü: Ömer Deniz, Nazım Hikmet’in kendilerine önderlik etmediğini söylemişti. Üstelik; Ömer Deniz ve Nazım Hikmet sadece iki kez buluşmuş; üstelik bu buluşmalar da Ömer Deniz’in önceden haber vermediği ziyaretleriydi.

Nazım Hikmet her iki ziyaretinde de Ömer Deniz’den şüphelenmiş; hatta bu Ömer Deniz’in kendisini takip eden bir polis olduğunu düşünerek evinden kovmuştu.

Buna rağmen o davadan tam 15 yıl ceza aldı. Dava hukuki değil, siyasiydi.

Üstelik; bununla da kalınmadı.

Nazım Hikmet; bu cezadan sonra bir de yine hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Donanma Komutanlığı davasından 13 yıl ceza aldı. Suçu; donanma subaylarına kitap göndererek darbe yapmaya çalışmaktı. Aynı davadan Hikmet Kıvılcımlı ve eşi Kerime Korcan da hüküm giymişti.

Nazım’ın cezası tam 28 yıldı.

Bu cezanın 12 yılını Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde geçirdi. Nazım cezaevindeyken 2 Mayıs 1950 tarihinde açlık grevine başlar. Günde sadece üç dört bardak su ve bolca sigara içerek “ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar” bu grevi sürdüreceğini söyler. Aynı zamanda annesi ve diğer arkadaşları onun için bir kampanya başlatırlar.

Hukuksuzluk gayet açıktır; ancak düzeltilmesi 12 yılı bulur. Nazım Hikmet 1950 yılında çıkarılan bir afla serbest kalır.

Serbest kaldıktan sonra onun için daha da serüvenli bir dönem başlar.

Kaçış planı: “951′de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün”

Nazım Hikmet hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra Dünya Barış Komitesi isimli bir örgütten telgraf alır. Hikmet; o sıralarda ciddi bir polis takibatındadır. Herhangi bir eylemde bulunmamasına rağmen evi kendi deyimiyle sabah 8 ile gece 12 arasında tam 45 polis tarafından sürekli olarak çevrili haldedir.

Dünya Barış Komitesi’nden gelen telgraf; Hikmet’i İngiltere’de yapılacak Dünya Barış Kongresi’ne davet ediyordu. Ancak; Hikmet’in pasaportu yoktu. Telgrafta; eğer İngiliz makamları vize vermezse bu konuyu Komite’nin halledebileceği de yazılıydı. Ancak vize ile birlikte pasaport da gerekliydi ve bunu verip vermemek Türk devletinin insiyatifindeydi.

Nazım Hikmet, pasaport alamayacağını gayet iyi biliyordu. Tam o sıralarda hükümete yakın dinci-milliyetçi gazetelerde Nazım Hikmet aleyhine bir karalama kampanyası başlamıştı. Argümanlar belliydi; Nazım Hikmet Rus ajanı olmakla suçlanıyordu. Daha da kötüsü zaten çoğu yasaklı olan ancak yine de gizli gizli okunan Nazım Hikmet şiirlerinin Ruslar tarafından basılıp dağıtıldığı söyleniyordu.

Dünya Barış Komitesi; Nazım Hikmet’e pasaport verilmemesi durumunda buna karşı sert bir kampanya başlatacağını duyurdu. Bir yazar heyeti; İngiltere’deki Türk elçiliğine kadar gitmişti. Nazım Hikmet komitenin bu çabalarına güvenerek pasaport için başvuru yaptı.

Ama onu yine bir sürpriz bekliyordu: Askerlik!

Nazım Hikmet askerlik şubesine çağırıldığında sağlık durumu nedeniyle askerlikten daha önce affedildiğini söylediyse de bu hiçbir işe yaramadı ve Hikmet ev hapsine alındı. Üstelik Nazım Hikmet’e gelen haberler; eğer askere giderse; orada vurulup “kaçarken onu vurduk” diye propaganda yapılacağını söylüyordu.

Artık Nazım Hikmet’in önünde iki seçenek vardı; ya bir yolunu bulup kaçacak ya da askere alınıp öldürülecek ve üstelik iftiraya uğrayacaktı.

Nazım Hikmet sıkı polis takibatında olduğu için kaçışını kendi örgütlemesi gerekiyordu. Bunun için gerekli olan parayı ise Dünya Barış Komitesi tarafından kendisine verilen ödülün bedeliyle elde edecekti. Hikmet, Komite’ye telgraf çekerek paranın bir kısmının o tarihlerde Paris’te bulunan Sabiha Zekeriya isimli yoldaşına verilmesini, diğer kısmının ise kendi adına İsviçre’de bir bankaya yatırılmasını söyledi. Sabiha Zekeriya isimli yoldaşının eşi Türkiye’ye geldiğinde bu parayı Nazım Hikmet’e verdi.

Nazım Hikmet’in Türkiye’den, daha doğrusu askere alınıp öldürülmekten kaçabilmesi için aklında üç plan vardı; Sovyet sınırına gidip oradan geçmek, kaçakçılarla Suriye’ye gitmek ya da İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılıp orada –Hikmet’in deyimiyle- “halk demokrasili ülkelerden birine, örneğin, Bulgaristan’a” ulaşabilmekti. Nazım Hikmet’in aklındaki bu üç plandan ilk ikisini uygulamak mümkün değildi. Sovyet sınırı çok uzaktaydı ve zaten takibat altındayken oraya kadar gidebilmesi mümkün değildi. Suriye’ye gitmesi de aynı nedenle zordu ve üstelik Suriye devletinin onu Türkiye’ye geri vermesi mümkündü.

Bu yüzden son planı uygulmaya koydular: tekne ile kaçmak.

Peki nasıl?

Nazım Hikmet’in tekne ile kaçma planında kendi deyimiyle “bana ve partiye bağlı” bir kişi dediği eniştesi Refik Erduran da yardım etmişti. Bugün Sabah Gazetesi yazarı olan Erduran o dönemde sadece 23 yaşındaydı.

Hikmet ve Erduran Boğaz’dan nasıl kaçılabileceğini araştırmaya koyuldular. İlk olarak akıllarına motor almak geldiyse de o dönem Boğaz’da kaçakçılık nedeniyle sık sık kontrol yapıldığından onunla kaçabilmeleri mümkün olmadı. Bu yüzden saatte 2530 mil sürat yapan bir sürat motoru almayı planladılar. Ancak onu da kullanabilmeleri için yaz mevsimini beklemeleri gerekiyordu.

Nazım Hikmet, Hikmet’in kız kardeşi ve Refik Erduran bütün Boğaz’ı gizlice inceleyerek nereden kolaylıkla kaçabileceklerini bulmaya çalıştılar. Alacakları sürat motoru sadece zenginler ve Amerikalılar tarafından kullanıldığı için polisin şüphesini uyandırmayacaktı. Yaz mevsiminde zenginlerin bu motorları kullandığı bir plajdan denize açılmayı planladılar. Böylece kaçabilmek çok kolay olacaktı.

Ancak yine bir sorun çıkmıştı.

Nazım Hikmet askeri şubeye çağrılmış ve af evrakı bulunmadığı için bir gün boyunca göz altında tutulmuştu. Serbest bırakıldıktan sonra askeri hastanede iki doktor tarafından muayene edilen Nazım Hikmet’e sağlam raporu verilmişti. Hikmet’in askere alınması –ve orada öldürülmesi- için hiçbir engel kalmamıştı.

Bütün planlar suya düşmüş gibi gözüküyordu.

Tam o sırada Nazım Hikmet muayene sonucunda çıkan sağlam raporunu protesto etti ve sağlık durumunun bir heyet tarafından incelenmesini istedi. Bu heyetin de ona sağlam raporu vereceğini biliyordu, ancak zaten asıl amacı zaman kazanmaktı.

Artık Hikmet’in hızlı hareket etmesi gerekiyordu.

17 Haziran günü Nazım Hikmet; ardındaki polis takibatını aşabilmek için sık sık taksi değiştirerek daha önceden kararlaştırdıkları plaja gitti. Plajda onu Refik Erduran ve Hikmet’in kız kardeşi bekliyordu. Erduran’la birlikte tekneye atladılar.

O gün, deniz ve talih Mavi Gözlü Dev’in yanındaydı. Oldukça dingin olan denizde kimseye fark ettirmeden kaçmayı başardılar. Denizde ilerlerken; karşılarına Plehanov isimli Romen bandıralı bir gemi çıktı.

Nazım Hikmet’in aklına gemiyi durdurup ismini söylemek ve eğer tanırlarsa o gemiyle Romanya’ya gitme fikri geldi. Eğer gemide onu kimse tanımazsa; Bulgaristan’a gideceklerdi.

Gemide birkaç işçi onu tanıdı. Plehanov gemisi bir yük gemisiydi, bu yüzden içinde yolcu yoktu. Geminin kaptanı bir telgraf trafiğinden sonra Nazım Hikmet’i gemiye almıştı. Erduran ise aynı motorla geri döndü.

Bir gün sonra Nazım Hikmet; artık Köstence’deydi. Burada önce polis tarafından sorgulandı, ardından Köstence’de Komünist Parti teşkilatından birkaç kişi tarafından il komitesine götürüldü. Bir gün kadar Lyuba Kişinyovskaya isimli bir kadına ait parti evinde kaldıktan sonra Bükreş’e gitti.

Nazım Hikmet için “memleket hasreti” işte böyle başladı. Hikmet, tüm bunları 22 Haziran 1921’de N. Puhlov isimli bir devlet görevlisine anlatmıştı. Rusya Sosyal ve Siyasal Tarih Arşivi’nde saklanan bu belgeler 2007 yılında Toplumsal Tarih dergisi tarafından yayımlandı.

İşte Nazım Hikmet; böyle bir siyasal ortamda Türkiye’den kaçtı. Nazım; bugün de bazı çevrelerce itham edildiği gibi o zaman da vatan hainliğiyle suçlanıyordu. İşte “vatan haini” isimli şiirini de o tepkilere karşı yazdı. Hikmet; Türkiye’den kaçtıktan sonra pek çok emperyalizm ve savaş karşıtı eylemde yer aldı. Nazım Hikmet; hem Türkiye’deyken hem de yurtdışındayken Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasıyla ilgili şiirler yazdı. “23 Cent’lik Asker”, “Teslim ol Ahmet” gibi şiirleri nedeniyle vatan hainliğiyle suçlandı.

“Mavi gözlü dev” gittiği ülkede Stalin’i eleştiren yazı ve şiirler de yazdı. Stalin’in ölümünden sonra yazdığı şiiri nedeniyle ona verilmesi planlanan Lenin Barış Ödülü Hikmet’e verilmedi.

Sonsöz yerine

Devletler; memleket sevgisini kendi politikalarıyla aynı tepside sunarak bu duyguyu ipotek altına aldıklarını düşünürler. Hükümetler böylece politikalarına geniş bir meşruiyet zemini bulurlar. Bu politikalara şu veya bu sebeple karşı gelenleri vatan haini olmakla suçlarlar.

Gerçek; er geç anlaşılır.

Binlerce askeri; dilini, dini ve belki de dünya haritasındaki yerini bile bilmediği bir ülkeye sırf kredi alabilmek, NATO’ya girebilmek için dünyanın bir ucuna sürenler Nazım’ı “hain” diye suçladılar.

Nazım ise derdini onlara değil; savaş sırasında radyolardan Ahmet’e anlattı;

Yedi deniz ardında kaldı Anadol
Köy halkıyla beraber.
Onlar bu yıl toprak istedi Ali bey çiftliğinden.
Dövüşüldü candarmalarla.
Dursun vuruldu,
yaralandı koca anan,
hapise düştü millet.

Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

Ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, Ahmet,
vebalı farelerinden de ucuz.
Kore’de yağmur mu yağıyor?
Dinecek.
Ya defolup gideceksiniz,
ya denize dökecekler sizi.
Ne halt edeyim? deme Ahmet,
teslim ol.

Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,
teslim ol.
Teslim ol ananın başı için,
teslim ol Türk halkı adına,
Ahmet, kardeşim,
kardeşlerine teslim ol.

Nazım, memleketine kavuşamadan, 1963 yılında öldü.. Dünyanın her yerinden binlerce yoldaşının diline gömüldü..

0 yorum:

Yorum Gönder